Eski Antik Çağ uygarlıkları günümüze gelinceye kadar halen birçok gizemini korumaktadır. Bu medeniyetlerin neler yaşadığı, neler yaptıkları, günümüze kadar kalan eserleri halen günümüz insanlarını şaşırtmaktadır. Bu uygarlıklardan birine ev sahipliği yapmış yerlerden biri ise gizemleri halen korunan Paskalya Adasıdır.
Paskalya Adası
Şili’nin 3500 km açığında bulunan, bugün Şili’ye bağlı olan Paskalya adası, zamanında yeşilliğin bol, tarım ve madenciliğe uygun, yabani yaşam formlarının en üst seviyede olduğu lakin günümüzde bunlardan hiç bir eser bulunmayan volkanik bir adadır. Dünya’nın karaya en uzak toprak parçası unvanına sahip olan bu ada dışarıdan gelenleri ilk görüşte şaşkınlığa sevk edecek bir yapısı vardır.
Her biri arasında 1 km aralık bulunan ahu adı verilen taşların üzerine dikilmiş 13 – 15 tonluk dev insan görünümüne sahip heykeller gelenleri karşılamaktadır. Bazı heykeller ise olduğundan çok daha büyük ve muazzam bir işçiliğe sahiptir. 200 metre boylarında 150 ton ağırlığına kadar olan heykeller dahi bulunmuştur. Heykellere verilen isimler Moai adı ile anılmaktadır.
Adanın paskalya adı ile anılmasının sebebi ise, 18. yüz yıl başlarında Hollandalı denizci Jacob Roggeveen, bu adaya ayak bastığı sırada Paskalya Bayramı arefesi zamanında ayak basmasından dolayı bu isimle anılmıştır. Moai heykelleri gören denizciler ilk başta büyük bir şaşkınlık yaşamışlardır. Sonrasında halkın yerlilerini görünce ve yerlilerin çıplak olduklarını görünce ” bu ilkel insanlar bu heykelleri nasıl yapmışlar, nasıl kıyıya getirmişler, mümkünatı yok ” demiştir.
Ada Halkına Ne Oldu?
Adanın keşfinden sonra günümüze kadar birçok araştırmacı, jeolog ve bilim adamı ada üzerinde çalışmalar yapmıştır. Yapılan çalışmalar sonucunda ilk olarak Güney Amerikalıların yaşadığı iddiası ortaya atıldı. Daha sonrasında yapılan karbon ve dna testleri sonucunda ilk insanın 318 yılında ayak bastığını ve gelen halkın ise Polinezyalılar olduğu belirtilmiştir.
Adaya yerleşen ve çoğalmaya başlayan Polinezyalılar sonrasında, adada bir ara nüfus 12 bin kişi civarına dayanmıştır. Diğer toprak parçalarından uzaklığından dolayı, dış dünyadan izole bir biçimde yaşam sürdürmeye başlayan toplum kısa bir süre sonra kendilerine özgü din ve kültür sanat etkinlikleri oluşturdular. Bu yapılanmanın medeniyetin sonunu getirdiği söylenebilir.
İnanışlardan dolayı gerekli olan malzemeleri adanın kaynaklarından tüketmeye başlayan toplum, Moai heykellerinin taşınması için ağaçların kesilmesi gerekiyordu. Her gün onlarca ağacı kesmeye başlayan toplum bir süre sonra bu ağaçları bitirdiler ve günümüzdeki gibi tek bir ağaç kalmadı. Durum böyle olunca yabani yaşam formları son buldu. Ağaç olmadığından dolayı erozyon ortaya çıktı. Adanın ağaçlar sayesinde aldığı yağmurlar filan azalınca toplumda açlık baş gösterdi. Açlığa karşı bir çözüm bulamayan yönetici sınıfı halkın isyanı karşısında fazla direnemedi ve toplumda yamyamlık başladı. Yamyamlaşan toplum, o dönemlerde, ana kara parçalarından bu kadar uzak olunca deyim yerindeyse ” birbirlerini yiyerek öldürdüler ” Tabii ki bunun dışında keşfe gelen denizciler, şehre hastalık getirdiler. Sağlıklı olanlar ise köle edildi ve medeniyet son buldu.
Lakin halen günümüzde o heykellerin nasıl yapıldığı, ne amaçla yapıldığı, oralara nasıl getirildiği halen günümüzde gizemini korumaktadır. Atılan teorilerden bazıları, uzaylıların getirdiği yönündedir. Kimilerine göre, Dünya’da yaşanabilecek felaketleri gözlemlemek için kurulduğunu, Kimilerine göre ise Cennete Bakan Gözleri temsilen kurulduğunu iddia etmiştir.