Varoluşunu duyumsayan ve düşünen her insanın sorduğu birtakım sorular vardır. Tabii daha temele inersek önce ben neyim, nereden geldim veya nereye gidiyorum sorularıdır akılları karıştıran. Kimi için bu soruların cevabı basittir, kimi için bilinçaltına bastırılmış bir karabasan, kimine göre ise engin bir denizde herhangi bir genel geçer cevaba erişemeyeceğimiz ve vaktin nakitle eşdeğer görüldüğü toplumumuzda boş bir uğraşıdır.

Heidegger gibi varoluşçu filozoflar neyim sorusuna cevap olarak, “Dünya’ya düşmüş olan insan,  özünü ne ile dolduruyorsa odur.“ der. Buradan yola çıkarak kişi, kendini bütün bir yaşamın yerine koyup aynı zamanda yaşamın vicdanı ve eylemi olursa filozofların, mistiklerin ve peygamberlerin vaazları bir nebze olsun anlaşılmaya başlayacağını söyleyebiliriz. Öbür türlü kafeste özgürlük arayan bir kuştan farksızdır. Psiko analistlerin ve özellikle Erich Fromm’un dikkatle altını çizdiği empati kurmak, aslında bu işin bir nevi anahtarıdır. Zaten herkes kendine ve az çok çevresine bakarak muhakeme ettiğinde toplumun aynası olduğunu görür. Gabriel Tarde’nin meşhur tespiti “Toplum taklittir.” sözü tam da bu durumu anlatır.

Bazen birey toplumu taklit eder bazen de toplum, gerekli ön kabulü yaptıktan sonra bireyi. Eğer toplum entelektüel bilgi birikim ve tecrübeyi önemsemez, onun yerine safsata ve küçük çıkar ilişkileri vb. gibi basit düşünen varlıkların yolundan giderse işte o zaman karşılıklı etkileşimle büyük bir yıkım meydana gelir. Ali Şeriati’de bu konuda “Toplumları tarih sahnesinden silen savaşlar değil, kolektif bilincin kaybolmasıdır.” der. Bu bilinci önce aydınlar entelektüellere onlar da toplumun daha alt tabakalarına ulaştırarak asgari şartlarda bütünleşme sağlanır. Bunu tepeden inme ideolojilerle veya baskıcı militarist uygulamalarla sağlamaya çalışmak ise ancak hayal ürünüdür.

Dünyanın genel düşünüşüne bakarsak tamamen pragmatizmin ve tüketim kültürünün egemen olduğu, özgürleşme adına olabildiğince bireyselleşerek sadece kendi dünyasında yaşayan kişilerden müteşekkil, dinlerin bu saldırı karşısında ise yer yer fundamentalist akımlara doğru kaydığı, aile kurumunun çökerek yerine limitet şirket hukukuna dayalı birlikteliklerin hüküm sürdüğü bir Homo Sapiens topluluğu ile karşı karşıya gibiyiz. Burada insanlık, tabiatı ve beşeriyeti tüm varoluşuyla idrak etmiş, bazen çarmıha gerilen İsa’yı, bazen derisi yüzülen şair Nesimi’yi, bazen de kendini yakan bir Budist’i arar. Onları ve onun gibileri insanlık tarihinden çıkardığımızda ise geriye düşünen hayvan yerine sadece havyan kalıyor. Artık ortaya çıkan bu postmodern hayvan, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünyası’nın yeni vatandaşlarıdır.

Yazar: Mustafa Angun (Kıymetli yazarımıza bu değerli yazısından dolayı teşekkür ederiz.)